Sınıf Tavrı Manifestosu

Emekçiler, işçiler ve alınteriyle yaşayan insanlarımız için ülkemiz her geçen gün daha da kötüye gitmektedir. İşçi ve emekçilerin mücadele ederek kazandıkları her tür hak, tek tek ellerinden alınmış, yoksulluk, işsizlik, örgütsüzlük, hukuksuzluk, kuralsızlık, güvencesizlik ve adaletsizlik yapısal bir gerçeklik haline gelmiştir.
Bugüne, dünya emperyalist ve kapitalist sistemin çıkarları için uygulanan azgın ve vahşi politikalarla gelinmiştir. Bunun için savaştan, başka ülkeleri işgal etmekten, terör saldırılarından, askeri darbe gibi yöntemleri uygulamaktan bile çekinmediler. Başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler ve bu ülkelerin sermaye sınıfı, kendi çıkar ve kârları için her türlü adımı atmaktan geri durmadı. İki kutuplu dünyanın sona ermesinden sonra emperyalizm bütün gücüyle her alanda egemenlik kurmak için işe koyuldu. Bu emek düşmanı politikalar, işbirlikçi iktidarlarla yaşama geçirildi, kendilerine bağlı ve kârlarını garanti edecek her türlü yönetim iş başına getirilerek hayat buldu.
Herşey sermayenin dünya ölçeğinde egemenliği içindi. Herşey sermayeye, sermaye dolaşımına, kârların korunmasına, pazarların kontrolüne ve hammaddelerin yağmalanmasına köle kılınmalıydı. Bunun için emeğe dönük saldırılar başa yazıldı. Kârlarını korumak ve düşüşünü engellemek, sermayenin çıkarlarını sağlamak için emeğe, emekçilere, örgütlerine, aydınlarına, kazanılmış haklarına ve değerlerine saldırmaktan asla geri durmadılar. Yeni saldırılar, yeni ideolojiler, yeni kurallar, yeni yasalar, yeni uygulamalar, yeni “eğlenceler”, yeni tanımlar yapmak için akıl ve mantık sınırlarını zorlamaktan çekinmediler.
Bütün bunları küreselleşme, esneklik, liberalleşme, sivil toplumculuk, ekonomik serbestlik, özelleştirme, Avrupa Birliği vs. adıyla gündeme getirdiler.
Sendikalar tarih sahnesine çıktı, karşıydılar. İşçi sınıfının sendikal örgütlenmesine engel olamayacaklarını anladıklarında işbirlikçi sarı sendikaları kurdurdular. Şimdi ise sendikaların yetkisiz birer dernekten ibaret olmasını istiyorlar. Amerikan tipi sendikacılık, ücret sendikacılığı, çağdaş sendikacılık, meslek sendikacılığı gibi farklı sendikal yaklaşımları gündeme getirdiler, her zorlandıkları gün yeni bir tanım yapmaktan bıkmadılar!
Sendikaları kontrol altına almak istediler. İşkollarına böldüler, işçi sınıfının farklı kesimleri arasına duvar ördüler. Yetmezmiş gibi sözleşmeli, taşeron, esnek, kiralık, geçici, yarı zamanlı, memur, kadrolu, kadrosuz, mevsimlik gibi tanımlarla işçi sınıfını parçaladılar. Grev hakkının kullanılmasını engelleyip karşısına lokavtı çıkardılar, işçi sınıfını sendikalardan uzaklaştıracak bir işçi aristokrasisi yarattılar, uluslararası birlikler kurdular, sendikacıları eğitim adı altında yurtdışına götürdüler, dernek ve vakıflar üzerinden fonlar aktarıp kendilerine bağladılar, sendikal örgütlenmenin önüne barajlar ve yasaklar koydular, yeni yasalarla mevcut yasakları daha da güçlendirdiler. Ancak tüm bunlara rağmen sendikaları bir türlü tarihin çöplüğüne atamadılar!
Çalışma koşullarını, sermayenin çıkarları lehine düzenlediler. Kârlarının kaynağının işçilerin ödenmemiş emeği yani artık-değer olduğu gerçeğini unutmadan bir yandan meta üretimini daha kârlı kılmak için sömürü oranını artırdılar, diğer yandan az sorun çıkaran bir işçi ve emekçi kesimi yaratmak için örgütsüzlüğün önünü açtılar.
Daha fazla kâr için işçi sınıfının mücadele ederek kazandığı bütün hakları geri almayı akıllarından hiç çıkarmadılar. Artık emekçiler mezarda emekli oluyor, iş güvencesi yok edilmiş, kayıt dışı çalışma kural haline gelmiş, sosyal devlet uygulamalarının kırıntıları bile ortadan kaldırılmış, hafta sonları birçok emekçi için fiilen çalışma günü olmuş, 8 saatlik işgünü yerine işçiler ortalama 12 saat çalışır duruma gelmiştir. Sömürü oranını artırmak için bütün hakların teslim alındığı bu tabloda yeni bir köleci toplum yaratmak istediler. Ancak bu ücretli kölelik düzeni içinde yeni Spartaküslerin çıkmasına bir türlü engel olamadılar, olamıyorlar.
Sözde yeni ‘teorilerle’ kendilerine ideolojik gerekçeler ürettiler.  Tarihin ve ideolojilerin sonunu ilan ettiler, işçi sınıfının yapısının değiştiği gerçeğinin ardına gizlenip sınıf mücadelesinin sonunun geldiğini iddia ettiler. Medeniyetler çatışmasıyla, küreselleşmeyle işçi sınıfının iktidar mücadelesinin artık mümkün olmadığı yalanını tekrarladılar, bilgi çağı diyerek sözde yeni bir çağ başlattılar. Sınıf siyasetinin yerine kimlik siyasetini, sınıf örgütleri yerine sivil toplumculuğu propaganda edip durdular. Ancak tüm dünyada işçi sınıfının eylemlerini, mitinglerini ve tepkisini görmezden gelecek bir ‘teoriyi’ henüz bulamadılar.
İşçi sınıfının bilinçlenmesinden, gerçekleri görmesinden, hakkının peşine düşmesinden, emeği ve geleceği için mücadele etmesinden ölesiye korktular. Onlara göre emekçiler sadece çalışmalı, parasını sonuna kadar tüketmeli, hatta borçlandırılarak sisteme mahkûm kılınmalı ve ülkenin ve dünyanın sorunlarına kafa yoracak boş vakti doldurulmalıydı. Spor adıyla milyonlarca emekçi teslim alındı, yalan üzerine kurulmuş bir medya ile kitleler yönlendirildi, çürümüş toplumsal değerler toplumun bütünü üzerinde belirleyici oldu, ev ve araba kredileriyle sisteme göbekten bağlı bir toplum yaratıldı. Ancak onca yalana ve aldatmacaya rağmen emekçilerin hakkını aramasını ve mücadele etmesine engel olamadılar.
İki kutuplu dünyanın sona ermesinden sonra sermaye dünya ölçeğinde egemenliğini, baskısını, yasasını, askerini, kültürünü her alana yaydı. En başta bölgemiz ve ülkemiz bu müdahalenin etkilerini ve sonuçlarını açık açık yaşamaktadır. Her alanda gerici, işbirlikçi ve emek düşmanı  politikaların dayatmasıyla ülkemiz büyük bir dönüşüm geçirmiştir.
Ülkemizde bu dönüşüm yeni bir rejimle noktalanmıştır. 1923 yılında kurulan Cumhuriyet, kapitalizm ve emperyalizm tarafından iliklerine kadar sömürülerek dönüştürülmüş, devletin bir niyet beyanı bile olsa sosyal, hukuk, laik ve demokratik karakteri artık kalmamıştır. Ülkemiz emek düşmanı, adaletsiz, gerici ve baskısı bir rejimle teslim alınmıştır. 2000’li yıllarda gerçekleşen bu dönüşüm en başta emekçi halkımızın haklarını ortadan kaldırmıştır.
Bu dönüşüm 1950’lerde NATO üyeliği ile tescillenen ve Cumhuriyet’in kuruluşunda tercihini kapitalizm yönünde yapan bir sürecin sonucudur. Bu dönüşüm bundan 30 yıl önce gerçekleştirilen askeri darbeyle başlamış, AKP iktidarıyla tabutun son çivisi çakılmıştır. Bu yeni rejimin temel karakteri gericilik, işbirlikçilik ve emek düşmanlığıdır.
Artık halkın emeği ve birikimiyle ülkemizin sanayileşmesinde önemli paya sahip Kamu İktisadi Teşebbüsleri kapatılmış, tasfiye edilmiş, özelleştirmelerle sermayeye peşkeş çekilmiştir. Yüz binlerce kamu emekçisi bu süreçte işsizliğe mahkûm olmuştur.
12 Eylül askeri darbe anayasası ve yasalarında bulunan işçi ve sendika düşmanı bütün yasa maddeleri korunmuş, hatta bugünkü rejimde daha da geriye gitmiştir.
İşsizlik artık yapısal bir hal almıştır.
Artık günlük çalışma süresi bırakın 8 saati ortalama 12 saati buldu. Cumartesi günleri tatil değil neredeyse bütün işkollarında işgünü olarak sayıldı.
Reel ücretler düzenli düştü, yoksulluk bile değil açlık sınırının altında milyonlarca emekçi yaşamaya çalışmaktadır.
Emeklilik koşullarını değiştirdiler, artık emeklilik mezarda mümkün hale geldi.
İş güvencesi ortadan kaldırıldı. Esnek, taşeron, kiralık vs. adlarla güvencesiz çalışma artık normal sayılmaya başlandı.
1936 yılından beri devam eden kıdem tazminatını kaldırmak için harekete geçildi.
İşçi ölümleri ve iş kazaları büyük bir oranda artmaya devam ediyor. İş cinayetleri yeni rejimde kader olarak tanımlanıyor.
Eğitimin ve sağlığın paralı hale getirilmesiyle sosyal devlet sona erdi.
İşçi ve emekçi fonlarının tasfiye edildi, içi boşaltıldı.
Sendikaların içi boşaltıldı, yandaş sendikalar aracılığıyla ve onların kollanmasıyla işçi ve emekçiler bu emek düşmanı yeni rejimin kulu haline getirildi.
İşçi sendikalar yasası yeniden yazıldı, barajlar ve yasaklar devam ediyor. Göstermelik noter şartının kaldırılması, işkollarının yeniden düzenlenmesi ve işkolu barajının sözde düşürülmesi aslında sendikasızlaştırma için atılan büyük adımın ta kendisiydi.
Kamu emekçileri personel yasası değiştirilmekte, kamu emekçilerinin güvencesi ve kazanılmış haklarına dönük büyük bir saldırı başlatılmaktadır.
İşte böyle bir tabloda sendikalar ve sınıf sessizliğe gömüldü. Ortaya çıkan tepkiler ise sınıfın bütününü harekete geçiremedi. Bu saldırılara, hak gasplarına, baskıya, yasaklamalara ve yeni yasal düzenlemelere karşı hem sınıftan hem de sendikal hareketten büyük bir karşı koyuş ne yazık ki ortaya çıkmadı.
Bugün sınıf hareketi susturulmaya, sindirilmeye ve kandırılmaya çalışılmaktadır. Ancak sınıf içinde büyük bir potansiyel birikmekte, kıpırdanmalar yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır.
Sendikalar bu süreçte yenilmiştir. Başta Türk-iş olmak üzere egemen sendikalardaki çürüme ve mafyalaşma ile başta Memur-Sen ve Hak-İş olmak üzere yandaş sendikaların iktidar, patron ve yönetimler tarafından desteklenerek emekçilerin karşısına bir emek örgütüymüş gibi çıkarılması bu yenilginin önemli sebeplerindendir. Düzen, Hak-İş’le, Memur-Sen’le, Türk-İş’le, Kamu-Sen’le işçileri ve emekçileri ele geçirmiş, onları hareketsiz kılmıştır. Yandaş ve gerici sendikalar bugün işçi ve emekçileri kuşatmış bulunuyor.
Bu sürece karşı duruş sergileyen KESK ve DİSK ise ne yazık ki süreci durduramamış, bu sürece karşı ciddi bir direniş ortaya koyamamış ve aynı zamanda önemli ölçüde kan kaybına uğramıştır. KESK’in kendi kabuğunu kıramaması, geçmişte kalmış yol ve yöntemlerle mücadele etme alışkanlığını sürdürmesi, yeni rejimin kuruluşunu ve yeni rejimin dayanaklarını çözememesi ve tabanında yaşadığı yıpranma en önemli sebeplerden sayılmalıdır.
DİSK içerisinde de statüko güç kazanmış, sınıf sendikacılığı mirası sendikal dengelerin ve uzlaşmacı sosyal demokrat çizgisinin kurbanı olmuştur. DİSK, üye sayısının artırılması, yeni sektörler ve işyerlerinin örgütlenmesi gibi kritik başlıklarda tutucu bir karaktere bürünmüş, kendini yenilemekten ve sınıf sendikacılığını yeniden üretmekten ziyade mevcut durum ve koşulları sürdürme arayışı içerisinde olmuştur. DİSK ve KESK yönetimleri bu süreç karşısında, sendikaların güç kaybederek gerilemesinde, üye ve yetki kayıplarında başarısız olmuş,  göstermelik basın açıklamalarıyla güven, ciddiyet ve meşruiyet kaybına uğramıştır.
Bütün bu tabloya rağmen dünya kapitalizmi büyük bir kriz içindedir. İşçi sınıfı ve emekçilerin daha fazla sömürüsü ve tam anlamıyla teslim alınması için atılan onca adıma rağmen kapitalizm kendi krizinden çıkamayacaktır. Onun için, işçi sınıfının ve emekçilerin kurtuluşu doğrultusunda yeni bir mücadele hattına ihtiyaç vardır.
Türkiye’de işçi sınıfın yeniden ayağa kalkması ve sendikaların yeniden örgütlenmesi için vakit kaybedilmemelidir. Yeni bir sınıf hareketi ve yeni bir sendikal hareket, işçi sınıfının on yıllardır biriktirdiği deneyim ve yaratmış olduğu değerlerle yeniden ayağa kalkmalıdır. Bugün gerek sınıfın siyasal arayışı gerekse sendikal hareketin yeniden örgütlenmesi ihtiyacı nesnel bir boşluk yaratmaktadır. Bizler, sınıfın tavrını hem ülke siyasetinde, hem sendikalarda hem de işyerlerinde ortaya koyma iradesi gösterenler, SINIF TAVRI hareketi adıyla yola çıkıyoruz.
Sınıf, tavrını koymalıdır; yandaş, düzen içi, sarı ve işbirlikçi sendikalara karşı, işçi ve emekçiden yana, koltuk için değil mücadele eden sendikacılardan yana!
Sınıf, tavrını koymalıdır; sermayeye, patronlara ve her türlü hak gaspına karşı, işçi ve emekçilerin insanca yaşam mücadelesinden yana!
Sınıf, tavrını koymalıdır; kapitalizme ve emperyalizme karşı, bağımsızlıktan, aydınlanmacılıktan, kamuculuktan, yurtseverlikten yana!
Sınıf, tavrını koymalıdır; çürümeye, yozlaşmaya, gericiliğe, eğitimsizliğe, boş vermişliğe karşı, ailesine, geleceğine, işine ve memleketine sahip çıkmadan yana!
Sınıf, tavrını koymalıdır; bu ücretli kölelik düzenine karşı, eşitlik ve özgürlükten yana!